Amerikada vahşi batı zamanı.
Beyazlar ile kızılderililer arasında kıyasıya bir mücadele var.
Beyazlar her yere haber salmışlar ve bir yerli kellesi getirene bin dolar ödül verileceğini duyurmuşlar.
Haberi duyan Temel, Dursunu da yanına alıp süratle Amerikaya ulaşmış.
Silahlarını kuşanıp kızılderili avına çıkmışlar. Ancak akşama kadar bir tek kızılderili bile görememişler.
Nihayet yorgun düşüp bir ağacın gölgesinde uyuyakalmışlar.
Epey bir zaman sonra, Temel uyanmış ve etraflarının Kızılderililer tarafından sarıldığını görmüş.
Onlarca yerli ellerinde mızrakları ve savaş baltaları ile düşmanca onlara bakmaktaymış.
Temel bir yandan telaşla Dursunu uyandırmaya çalışırken, bir yandan da "Ula Tursun, kalk ula, zengin olduk zengin" diye sevinçli bir sesle bağırıyormuş.
26 Temmuz 2012 Perşembe
20 Temmuz 2012 Cuma
Komik Fıkra – Yağmurlu Havalar
Günahkâr bir katolik kiliseye gitmiş ve papaza günah çıkarmak istediğini söylemiş.
-“Papaz efendi benim bir günahım var karımı aldattım” demiş.
Papaz -“Anlat evladım, korkma, tanrı bağışlayıcıdır” demiş.
- “Geçtiğimiz ay, karımla birlikte akşam yemeği için baldızın evine gittik, gece
hava yağmurluydu, eve geri dönemedik. O gece orada kaldık ve ben
baldızla beraber oldum” demiş günahkâr katolik.
- “Üzülme oğlum sen dua et tanrı affeder” demiş papaz.
- “Papaz efendi benim bir günahım daha var” demiş katolik.
- “Anlat evladım, tanrı bağışlayıcıdır” demiş papaz.
- “Geçen hafta bir akşam kayın valideyi ziyarete gittim, gece hava
yağmurluydu, eve geri dönemedim. O gece orda kaldım ve kayınvalideyle
beraber oldum” demiş katolik.
- “Üzülme oğlum, sen tanrıya dua et” demiş papaz.
- “Dün gece de çalışmak için sekreterimin evine gittim, gece hava
yağmurluydu, eve geri dönemedim. Dün gece orda kaldım ve sekreterimle
beraber oldum” demiş katolik.
Papaz efendi, kilisenin penceresinden, kararmakta olan gökyüzüne doğru hızlıca bir göz atmış.
Papaz -“Anlat evladım, korkma, tanrı bağışlayıcıdır” demiş.
- “Geçtiğimiz ay, karımla birlikte akşam yemeği için baldızın evine gittik, gece
hava yağmurluydu, eve geri dönemedik. O gece orada kaldık ve ben
baldızla beraber oldum” demiş günahkâr katolik.
- “Üzülme oğlum sen dua et tanrı affeder” demiş papaz.
- “Papaz efendi benim bir günahım daha var” demiş katolik.
- “Anlat evladım, tanrı bağışlayıcıdır” demiş papaz.
- “Geçen hafta bir akşam kayın valideyi ziyarete gittim, gece hava
yağmurluydu, eve geri dönemedim. O gece orda kaldım ve kayınvalideyle
beraber oldum” demiş katolik.
- “Üzülme oğlum, sen tanrıya dua et” demiş papaz.
- “Dün gece de çalışmak için sekreterimin evine gittim, gece hava
yağmurluydu, eve geri dönemedim. Dün gece orda kaldım ve sekreterimle
beraber oldum” demiş katolik.
Papaz efendi, kilisenin penceresinden, kararmakta olan gökyüzüne doğru hızlıca bir göz atmış.
- “Yağmur yağmadan siktir git lan buradan” demiş.
17 Temmuz 2012 Salı
Komik Fıkra – Erzurumlu ve Çay
Bilindiği üzere, Erzurumlu çayı çok sever.
Erzurumlu bir kış günü -30 derecede epey uzun bir yolculuk yapmak zorunda kalmış.
Neredeyse donmak üzereyken bir köy evine tanrı misafiri olmuş.
Hemen kendisine bir sıcak çay ikram etmişler.
Erzurumlu sıcacık çaydan kocaman bir yudum almış ve “ooooooooohhhh” demiş, “sanki beni ediyler”.
14 Temmuz 2012 Cumartesi
Bir Başarı Hikâyesi – “zaytung.com”
Bir Başarı Hikâyesi – “zaytung.com”
“zaytung.com” son günlerin en beğenilen ve takip edilen internet sitelerinden biri. “Zaytung, dürüst, tarafsız ve ahlaksız haberler” sloganıyla internetin yeni meşhuru haline geldi. Öyle ki, sitenin twitter hesabını takip eden bakanlar, müsteşarlar var. Yaklaşık üç yıl önce kurulan sitede uydurma ve komik haberler yer alıyor. Halen üyelik sistemiyle çalışan sitenin 70 bin üyesi var ve üyeler de siteye katkıda bulunuyor.
Zaytung ekibi sadece mizah amaçlı saçma-komik haberler yazıyor. Siteye her gün yaklaşık 300 haber ulaşıyor. Sosyal medyada da çok popüler, facebook sayfasının 230 bin üyesi, twitter hesabının 320 bin takipçisi var.
“zaytung.com” Hakan Bilginer tarafından kurulmuş. Bilginer can sıkıntısıyla baş edebilmek için evde, oturduğu yerden bir şeyler yapmak istemiş ve “theonion.com” sitesinden ilham alarak kurmuş siteyi. Gündüzleri işe gidiyor, akşamları da siteyle uğraşıyormuş. İstanbul’da yaşayan Hakan Bilginer, bir dönem bilişim sektöründe çalışmış bir elektronik mühendisi. Yaklaşık bir yıl önce işi bırakmış ve şu anda sadece “zaytung.com” ile meşgul.
İlk başta anonim bir site olarak ortaya çıkan “zaytung.com” da başlangıçta sadece Hakan Bilginer yazıyormuş, bir kaç ay sonra yakın çevresindeki arkadaşları da katılmış ve sonra çember giderek büyümüş. “zaytung.com” ilk kurulduğu günlerde siteyi günde 4-5 kişi ziyaret ederken, birinin Ekşisözlük’te siteden bahsetmesiyle bir günde 10 bin ziyaretçisi olmuş.
Site son 1.5 senedir reklam alıyor ve Hakan Bilginer dahil dört kişi başka bir iş yapmaksızın, site üzerinden geçinecek gelir sağlıyor.
Sitenin dili ve tarzı takipçileri tarafından benimsenerek yaygınlaştırılmış. “zaytung haberi” ifadesi giderek yerleşmiş ve neredeyse bir deyim haline gelmiş.
Zaytung yasalara saygılı. Başlarını derde sokmamaya özen gösteriyorlar. Uydurma haberlerinde gerçek isimleri değiştiriyorlar. Hakarete ve küfre izin yok. Toplumsal duyarlılıklara da dikkat ediliyor.
Milliyet
6 Temmuz 2012 Cuma
1 Temmuz 2012 Pazar
29 Haziran 2012 Cuma
Papaz ve Oğlu-Komik Fıkra
Olay Sicilyada geçiyor.
Bir geceyarısı, kasabanın tek doktorunun kapısı şiddetle çalınıyor. Doktor korku ve telaşla kapıyı açtığında, bölgenin ünlü bir mafya babasının adamları, doktora acil bir doğum vakası olduğunu ve derhal hazırlanıp kendileriyle gelmesini adeta emrediyorlar. Doktor gösterişli ve büyük bir eve götürülüyor ve 17 yaşlarında hamile bir genç kızın doğum yapmasını sağlıyor.
Sağlıklı bir erkek çocuğunu doğurtmaktan dolayı yorgun ve mutlu doktor evine dönmeye hazırlanırken, ünlü mafya babası, yeni doğmuş erkek bebeği doktorun kucağına veriyor ve "bu kızımın gayri meşru çocuğudur, bu bebeği al ve git. Bebek senindir ne yaparsan yap, ancak bu olaydan kimseye bahseteme, aksi halde ölürsün" diyor.
Doktor kucağında bebekle şaşkın bir şekilde evinin yolunu tutuyor, ancak daha evine girmeden kasabadan bir kaç kişi yolunu kesiyor ve kasabanın papazının ağır hasta olduğunu, acele papazın evine gitmesi gerektiğini söyleyerek doktoru papazın evine götürüyorlar.
Doktor baygın halde yatan papazı muayene ediyor ve karnının su toplayıp şiştiğini farkediyor. Herkesi odadan çıkardıktan sonra papazın karnındaki suyu boşaltıyor ve mafya babasının gayrimeşru torununu papazın yanına yatırıyor. Kendine gelen papaza da bir erkek çocuğu dünyaya getirdiğini söylüyor. Papaz bu duruma itiraz ediyor, ancak doktorun ikna edici açıklamalarının yanısıra, karnındaki şişliğin indiğini de görünce durumu kabulleniyor.
Aradan 20 yıl geçiyor, papaz yaşlanmış ve ölmek üzere. Başucunda bekleyen yirmilik delikanlı "Baba ne olur ölme, beni yalnız bırakma, ben sensiz ne yaparım baba" diyor, çaresiz gözyaşlarıyla.
Papaz, güçlükle gözlerini açıyor ve "Oğlum, ben senin baban değil annenim, senin baban komşu kasabadaki büyük kilisenin papazı" diyor ve ruhunu teslim ediyor.
Bir geceyarısı, kasabanın tek doktorunun kapısı şiddetle çalınıyor. Doktor korku ve telaşla kapıyı açtığında, bölgenin ünlü bir mafya babasının adamları, doktora acil bir doğum vakası olduğunu ve derhal hazırlanıp kendileriyle gelmesini adeta emrediyorlar. Doktor gösterişli ve büyük bir eve götürülüyor ve 17 yaşlarında hamile bir genç kızın doğum yapmasını sağlıyor.
Sağlıklı bir erkek çocuğunu doğurtmaktan dolayı yorgun ve mutlu doktor evine dönmeye hazırlanırken, ünlü mafya babası, yeni doğmuş erkek bebeği doktorun kucağına veriyor ve "bu kızımın gayri meşru çocuğudur, bu bebeği al ve git. Bebek senindir ne yaparsan yap, ancak bu olaydan kimseye bahseteme, aksi halde ölürsün" diyor.
Doktor kucağında bebekle şaşkın bir şekilde evinin yolunu tutuyor, ancak daha evine girmeden kasabadan bir kaç kişi yolunu kesiyor ve kasabanın papazının ağır hasta olduğunu, acele papazın evine gitmesi gerektiğini söyleyerek doktoru papazın evine götürüyorlar.
Doktor baygın halde yatan papazı muayene ediyor ve karnının su toplayıp şiştiğini farkediyor. Herkesi odadan çıkardıktan sonra papazın karnındaki suyu boşaltıyor ve mafya babasının gayrimeşru torununu papazın yanına yatırıyor. Kendine gelen papaza da bir erkek çocuğu dünyaya getirdiğini söylüyor. Papaz bu duruma itiraz ediyor, ancak doktorun ikna edici açıklamalarının yanısıra, karnındaki şişliğin indiğini de görünce durumu kabulleniyor.
Aradan 20 yıl geçiyor, papaz yaşlanmış ve ölmek üzere. Başucunda bekleyen yirmilik delikanlı "Baba ne olur ölme, beni yalnız bırakma, ben sensiz ne yaparım baba" diyor, çaresiz gözyaşlarıyla.
Papaz, güçlükle gözlerini açıyor ve "Oğlum, ben senin baban değil annenim, senin baban komşu kasabadaki büyük kilisenin papazı" diyor ve ruhunu teslim ediyor.
24 Haziran 2012 Pazar
Mutlu Olmak İçin
Ege Cansen’in Hürriyet gazetesinde 2007 yılında yayımlanmış bir yazısı, yaşama sanatına katkı niteliğinde.
Kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz ve hepimize iyi gelecek bu yazıyı fırsat buldukça bir daha, bir daha okuyoruz.
- Vücudunuza dar gelen kıyafet giymeyin.
- İlaçla yaşamaktan kaçının.
- Randevularınızı önceden ayarlayın.
- Hafızanıza güvenmeyin; mutlaka yazın.
- Aracınızı, bozulmadan servise götürüp bakım yaptırın.
- Her kilidin yedek anahtarını yaptırın ve belli yerlerde bulundurun.
- Daha sık 'hayır' deyin.
- Yapacaklarınızı öncelik sırasına sokun.
- Zamanınızı israf etmeyin.
- Öğle ve akşam yemeklerini basitleştirin.
- Kötümser insanlardan uzak durun.
- Önemli evrakın birden fazla fotokopisini çektirin.
- Evde çalışmayan ne varsa tamir ettirin.
- Yapmaktan hoşlanmadığınız işler için yardım isteyin.
- İhtiyaçlarınızı önceden belirleyin.
- Bir defada yapılması zor büyük işleri, küçük parçalara ayırın.
- Etrafı toplayın, dağınıklıktan kurtulun.
- Gülümseyin.
- Bebekleri gıdıklayın.
- Dost bir kediyi veya köpeği okşayın.
- Kendinizi, bütün soruların cevabını bilmekle yükümlü hissetmeyin.
- Bazı şeyleri de bilmeyin.
- Karşılaştığınız insanlara, onların hoşuna gidecek bir şey söyleyin.
- Yağmur yağmasını isteyin; yağınca yağmurda yürüyün.
- Arada bir çarşı hamama gidin.
- Kendi kendinize, nerede eski günler, her şey daha güzeldi demekten vazgeçin.
- Verdiğiniz kararın ne anlama geldiğini iyi düşünün.
- Kendinize güvenin.
- Nüktedan olun.
- Sizi mutlu edecek bir şey yapmayı yarına bırakmayın.
- Hiç tanımadığınız insanlara yürekten bir merhaba deyin.
- Eski bir arkadaşlarınızla karşılaşınca ona sıkıca bir sarılın.
- Hava açıksa, gece yıldızları seyredin.
- Bir şarkıyı ıslıkla çalmayı öğrenin.
- Arada bir şiir okuyun.
- Kendinize bir demet çiçek alın. Bir çiçek koklayın.
- Yardım istemekten çekinmeyin; alamazsanız üzülmeyin.
- Görünüşünüze özen gösterin.
- Her şeyi kararında yapın; ifrata kaçmayın.
- Nerede gerekiyorsa, orada mutlaka gerekli emniyet tedbirini alın.
- Daima daha iyisini yapmaya çalışın, ama mükemmeliyetçi olmayın.
- Resim ve heykel sergilerini gezin.
- Ayakkabınızı boyatın.
- Berbere gidin.
- Kendi kendinize bir şarkı mırıldanın.
- İyi bir müzik dinleyicisi olun.
- Kendi kendinize yetmeyi öğrenin.
- Her gün biraz idman yapın; her fırsatta yürüyün.
- Dünyanın en yetenekli insanı olmadığınızı kabul edin; gerekiyorsa elimden ancak bu kadar geliyor deyin.
- Yeni moda birkaç şarkıların sözlerini ezberleyin.
- İşe erken gidin.
- İşe her gün aynı yoldan gitmeyin.
- Amirinizden izin alıp bazen işten erken çıkın.
- Kırlarda dolaşın.
- Maça gidip bağırın.
- Başkaları dilemeden, siz onlara iyi günler dileyin.
- Teşekkür edin.
- Arabanıza güzel koku yayan bir alet koyun.
- Evde kendi kendinize yemek pişirin, güzel bir sofra kurun, sonra da afiyetle yiyin.
- Başkalarını adam etmekten vazgeçin.
- Severken karşılık beklemeyin.
- Sinemada film seyrederken patlamış mısır atıştırın.
- Bir ağaç, olmazsa bir çiçek dikin.
- Şişmanlamayın.
- Hatıra defteri tutun.
- Bir hela temizleyin.
- Kâğıttan bir uçak yapıp uçurun.
- Bir derneğe veya kulübe girin, arkadaş edinin, toplantılara katılın.
- Mutlaka yeterince uyuyun.
- Az konuşun, çok dinleyin.
- İş arkadaşlarınıza ve dostlarınıza iltifatı esirgemeyin.
- Bir güne yapılacak çok şey tıkıştırmayın.
Acelesiz yaşayın; daha önünüzde yaşanacak çok güzel günler var. Stresli davranmak, doğuştan gelen değil, sonradan kazanılan kötü bir huydur; bunu unutmayın.
Son söz; öfkeyi zevk edinmeyin.
14 Haziran 2012 Perşembe
Emekli ve Maratoncu-Bir Başarı Hikayesi
Mustafa Kızıltaş'ın hikâyesini gazetede okuduğumda, yeni bir başarı hikâyesi okuduğumu düşündüm ve paylaşmak istedim. Bu mücadeleci ruh herkese örnek olsun…
Kendisi, 1997 yılında 39 yaşındayken, erken denebilecek bir yaşta emekli olmuş.
Emekli olduktan sonraki 6 ay içinde, 78 kilodan 106 kiloya çıkmış ve şişman bir emekliye dönüşmüş.
Bu durumdan çok rahatsız olan Kızıltaş, 39 yaşına kadar sporla hiç ilgilenmemiş olmasına rağmen, yürüyüşler yapmaya ve sonra da kısa koşulara başlamış.
Kilolarından kurtulmak için başlattığı yürüyüşlerin sonunda, ultra maraton koşabilecek bir fiziksel dayanıklılığa ulaşmış.
Ultra maraton, bedensel güce dayalı bir spor. Her şeyden önce, yaklaşık 10kg ağırlığındaki bir sırt çantasıyla koşmayı ve hızlı yürümeyi başarabilmeniz, bunun için de kuvvetli ve dayanıklı bir vücuda sahip olmanız gerekiyor.
Çalışmalarını sürdüren Mustafa Bey kuvvet ve dayanıklılığını artırmak için bisiklet antrenmanları yapıyor. Ayak ve kol bileklerine takılan ağırlıklarla koşuyor. Deniz kenarında yaşadığı için plajda koşular yapıyor. Bir haftada yaklaşık 100-120 kilometre koşu, 100 kilometre bisiklet antrenmanı yapıyor.
İki yıl önce Likya Yolu Ultra Maratonuna katılmış. Yanlış koşu ayakkabısı seçtiğinden dolayı, yarışın ikinci gününden itibaren ayak tırnakları düşmüş, ayak parmaklarımdan birkaçı patlamış. Yarış konsepti gereği ayakkabı değişimine izin verilmediğinden, ayakkabılarını keserek yarışın kalan dört gününü koşmuş ve yarışı birinci bitirmiş.
Hedefleri arasında,
-10 gün sürecek 250 kilometrelik Gobi Çölü Ultra Maratonu ve
-240 kilometrelik Runfire Cappadocia Maratonu var.
RUNFIRE CAPPADOCIA NEDİR?
Argos Kültür Sanat’ın düzenleyeceği yarış, dünyadaki ‘çöl maratonu’ konseptini Türkiye’ye getiriyor. 200 kilometreyi aşan ve 6 günde tamamlanan Runfire Cappadocia’da Uçhisar, Güvercinlik Vadisi, Ortahisar, Acıgöl, Damsa Gölü, Yüksek Kilise, Güzelyurt, Ürgüp, Göreme, Avanos, Ihlara Vadisi ve Tuz Gölü’nden geçiliyor. Rota’da bazen 1700 metre yüksekliğe kadar çıkılırken bazen de 900 metre kadar aşağıya iniliyor.
Milliyet
Kanada Tecrübesi - Canada Experience
Türkiye'de kısa bir is deneyimi olmuş, üniversite mezunu genç bir Türk kızının, bir Kanada şirketindeki ilk izlenimleri mail üzerinden bana da ulaşmıştı.
İş yaşamındaki ve iş görme anlayışındaki çarpıcı farklılıkları dikkatlerinize sunmak istedim...
Selam arkadaşlar,
Burada müdürlerin ayrı odaları yok. Bizimle ayni büyüklükteki kübiklerde oturuyorlar.
Müdürlerin sekreterleri de yok; genel bir idari sekreter var yalnızca.
İzin için yazılı dilekçeye filan gerek yok. İşin varsa, istediğin zaman çıkıyor, çalışma saatlerini kendin ayarlayabiliyorsun.
Mesela trafik veya başka bir sebeple bir saat geç geliyorsan, bir saat geç çıkıyorsun.
Müdürlerin misafirleri geliyorsa, gidip kendileri karşılıyor. Özel teşrifatçıları yok.
Herkes kendi fotokopi veya faksını kendi çekiyor; kimsenin emrine amade avare adam yok.
Herkese ait ISDN telefon var. Yani arayanın numarasını görebiliyorsun. Tüm telefonlarda iç ve dış mesaj servisi var. Arayanlar sesli mesaj bırakabiliyor. Kimse kimsenin telefonuna bakmıyor. Elini serbestçe kullanabilmen için, telefonlarda kulaklık da mevcut.
Ana girişlerde ve laboratuarlara girerken kart basılıyor.
Maaşlar aylık değil, iki haftada bir ödeniyor.
İki haftalık is programı çizelgeleri doldurulup yönetime veriliyor: yaptığınız isler, yapmayı planladığınız isler, yapamadıklarınız, niçin yapamadığınız, yapabilmek için nelere veya kime ihtiyaç duyduğunuz veya hangi eğitimleri almanız gerektiği, vb.
Senede bir ve üçer aylık çeyreklerde, priorities başlıklı bir form dolduruluyor (Öncelikler). Bu form sizinle müdürünüz arasında bir tür sözleşmedir. Kariyerinizi hangi yönde geliştirmek istediğiniz, o dönem boyunca yapacağınız tüm isler ana hatlarıyla bu formda yer alıyor. Tabii bunların yorumdan uzak ve ölçülebilir olması gerekiyor.
Davranış biçiminiz de ölçülüyor. Mesela, isinizi yapmanız için hangi yeteneklere sahip olmanız ve ne tür davranışlar sergilemeniz gerektiğine kendiniz karar veriyor, su anki durumunuzu ve ulaşmanız gereken noktayı belirliyorsunuz ve dönem sonunda kendinizi değerlendiriyorsunuz.
Bunun için, mesai arkadaşlarınıza birer feedback (geri-besleme) formu dağıtıyor ve doldurmalarını rica ediyorsunuz. Onlar da son derece nesnel biçimde sizi değerlendiriyorlar. Böylece almanız gereken eğitimleri daha iyi belirliyor, sizi sınırlayan risk faktörlerini sıraya koyuyorsunuz.
Kâğıt israfı olmasın diye hemen hemen her türlü iletişim bilgisayar üzerinden yapılıyor.
Bütün teknik dokümanlar bir web sayfasında bulunuyor. Herkes kendi projesiyle ilgili belgelere bakmaya tam yetkili iken, başka projelere de misafir statüsüyle girebiliyor. Hangi amaçla olursa olsun, hazırlanan tüm dokümanlar bu web sayfasında bulunuyor.
İşe yeni başlayan bir elemanın saatlerce dosya araştırmasına gerek yok. Size bir şifre veriyorlar, sizin için gerekli tüm bilgilere anında ulaşıp ise aşina oluyor, kendinizi geliştirebiliyorsunuz. Uzun sözün kısası, bilgi saklanmıyor!
Yemeklerde, asansörde, arkadaş toplantılarında projelerle ilgili konuşmanız yasak. Şirketinize ait bilgiler size açık, ama rakiplerinizin kapabileceği ortamlarda dile getirilemez.
Proje liderleri, yapılan her toplantının ardından herkese günü geçirmeden son durumu, karşılaşılan problemleri mail listesine gönderiyor.
Şirket-içi haberleşme de genelde mail ile yapılıyor.
Her cuma günü saat 16.00'da meşrubat, kek vs. eşliğinde yeni gelenlerin tanıtıldığı toplantılar yapılıyor. Yeni elemanlara çanta, mont, tişört vb. hediyeler veriliyor.
Elemanların yetenek ve tecrübelerine göre bölüm değiştirmeleri zor değil, hatta teşvik ediliyor.
Kanada'da en çok hoşuma giden şey, islerin mutlaka sonuçlandırılması ve hiçbir şeyin ortada bırakılmaması.
Mesela yazıcının toneri bittiyse, o sırada orada olan kişi isini bitirmiş olsa bile, mutlaka toneri değiştirip yazıcıyı öyle bırakıyor. "Bana ne, ben isimi bitirdim, benden sonraki düşünsün!" demiyor.
Bu her yerde böyle. Mesela yanlış bir telefonu aradıysanız, size nereyi aramanız gerektiğini söyleyip öyle kapatıyorlar. Bir ise başvurmuşsanız, arkasını takip etmeniz gerekmiyor, unutmuş olsanız bile onlar sizi aylar sonra arayıp bulabiliyor.
Boyum yetişmediği için birinden dosya istedim, bana istediğim dosyayı verdikten sonra, başkaları ayni durumu yasamasın (ve kendi gibiler tekrar tekrar zahmet çekmesin!) diye dosyaları bir alt rafa kaydırdı.
Bir şeyi yapmamanız gerektiği söylenmişse ve siz kulak asmayıp yapmışsanız, kim olursanız olun mutlaka ceza görüyorsunuz.
Her şey takip ediliyor, hiçbir şey laf olsun diye söylenip ortalıkta bırakılmıyor.
Herkes isini iyi yapıyor. Başka türlü davranabileceğini aklına bile getirmiyor.
İsinizi yaparken bilgiyi paylaşmıyorsanız, saklıyorsanız, arkadaşlarınıza yardımcı olmuyorsanız, hele başkalarına engel oluyorsanız, bütün bunları dikkate alıyorlar.
10 Haziran 2012 Pazar
Acer Dizüstü Bilgisayarı Formatlamak
Evde kullandığım Acer laptop bilgisayar, internete bağlanamıyordu. Kendimce sorunu çözmek adına epey emek ve zaman harcadıktan sonra, baktım olmuyor, bilgisayarı kaptığım gibi konusunda iddialı bir tamirciye götürdüm. Benimle ilgilenen arkadaşımız, bilgisayarı elimden bile almadan, sorunun %90 virüsten kaynaklandığını ve öncelikle yeni bir lisanslı program satın almam gerektiğini, yeni bir işletim programının tahminince 100$ civarında satılabileceğini falan söyledi.
Ben bilgisayarım için lisanslı ve yeni bir işletim programı satın almak hedefiyle oradan ayrıldım ve eve döndüm. Ancak şeytan dürttü diyelim, konuyu internette araştırırken, kendisine halen müteşekkir olduğum bir arkadaşımızın, bir forumda benzer bir konuyla ilgili yazdığı bilgiye ulaştım. Meğer, Acer dizüstü bilgisayarların orjinal işletim programı bir CD de değil, bilgisayarın içinde bir yerde saklanmaktaymış. Acer laptoplarda hard disk içinde imaj dosyası varmış (gizli bir bölümde) ve CD ile format atmaya gerek yokmuş. İddialı tamirci arkadaşımızın dahi bilmediği bu gizli, orjinal işletim programı nasıl işlevsel hale getirilebilir sorusunun cevabı da çok kolay.
Eğer, Acer dizüstü bilgisayarınıza virüs bulaşmışsa ve bilgisayarınıza format atarak (re-format) virüsten kurtulmak istiyorsanız, yapmanız gereken şey çok basit.
1-Başlat düğmesini tıklatıyorsunuz.
2-Açılan pencerenin en sağındaki ok işaretini tıklayıp, listeden "yeniden başlat"ı tıklatıyorsunuz.
3-Yeniden başlama aşamasında, bir kaç saniye görünen açık gri sayfa ekrana geldiğinde "ALT" ve "F10" düğmelerine aynı anda basıyorsunuz veee baam! formatlama sürecinin ilk sayfası karşınızda beliriyor. Bundan sonra bilgisayar zaten sizi yönlendiriyor.
Böylece, aşağı yukarı 30-40 dakika süren bir formatlama süresi sonunda, içeriği temizlenmiş, virüslerden arınmış, ilk günkü gibi hızlı çalışan, internete de bağlanabilen bir bilgisayarınız oluyor ve bu işi tek başınıza, oturduğunuz yerden yapıyorsunuz, lisanslı yeni bir program CD si almak zorunda kalmıyorsunuz ve en önemlisi de yaklaşık 100$ cebinizde kalıyor. Ben yaptım, siz de yapabilirsiniz.
Ben bilgisayarım için lisanslı ve yeni bir işletim programı satın almak hedefiyle oradan ayrıldım ve eve döndüm. Ancak şeytan dürttü diyelim, konuyu internette araştırırken, kendisine halen müteşekkir olduğum bir arkadaşımızın, bir forumda benzer bir konuyla ilgili yazdığı bilgiye ulaştım. Meğer, Acer dizüstü bilgisayarların orjinal işletim programı bir CD de değil, bilgisayarın içinde bir yerde saklanmaktaymış. Acer laptoplarda hard disk içinde imaj dosyası varmış (gizli bir bölümde) ve CD ile format atmaya gerek yokmuş. İddialı tamirci arkadaşımızın dahi bilmediği bu gizli, orjinal işletim programı nasıl işlevsel hale getirilebilir sorusunun cevabı da çok kolay.
Eğer, Acer dizüstü bilgisayarınıza virüs bulaşmışsa ve bilgisayarınıza format atarak (re-format) virüsten kurtulmak istiyorsanız, yapmanız gereken şey çok basit.
1-Başlat düğmesini tıklatıyorsunuz.
2-Açılan pencerenin en sağındaki ok işaretini tıklayıp, listeden "yeniden başlat"ı tıklatıyorsunuz.
3-Yeniden başlama aşamasında, bir kaç saniye görünen açık gri sayfa ekrana geldiğinde "ALT" ve "F10" düğmelerine aynı anda basıyorsunuz veee baam! formatlama sürecinin ilk sayfası karşınızda beliriyor. Bundan sonra bilgisayar zaten sizi yönlendiriyor.
Böylece, aşağı yukarı 30-40 dakika süren bir formatlama süresi sonunda, içeriği temizlenmiş, virüslerden arınmış, ilk günkü gibi hızlı çalışan, internete de bağlanabilen bir bilgisayarınız oluyor ve bu işi tek başınıza, oturduğunuz yerden yapıyorsunuz, lisanslı yeni bir program CD si almak zorunda kalmıyorsunuz ve en önemlisi de yaklaşık 100$ cebinizde kalıyor. Ben yaptım, siz de yapabilirsiniz.
Komik Fıkra-Zenci Süt Annesi
Genç bir kadın, aylardır evden uzakta bir şantiyede çalışan kocasına aşağıdaki satırları yazar;
"Sevgilim,
Biliyorsun, sen şantiyedeyken nur topu gibi bir bebeğimiz oldu. Sütüm yetmediği için, yavrumuzu besleyebilmek amacıyla bir sütanne tuttum. Yalnız, bu sütannenin zenci olmasından dolayı çocuğumuz, emdiği sütün etkisiyle zaman içinde zenciye dönüştü. Haberin olsun dedim. Bu konuda benim bir suçum olduğunu düşünmezsin umarım. Öptüm, Biricik eşin"
Bunun üzerine, genç kadının kocası da kendi annesine bir mektup yazar;
"Sevgili anneciğim,
Karım bana gönderdiği son mektupta, sütü yetersiz olduğu için bir sütanne tuıtmak zorunda kaldığını, o sütannenin zenci olduğunu ve bu yüzden bebeğimizin de zamanla zenciye dönüştüğünü yazıyor. Bu durumdan, eşimi sorumlu tutamayız diye düşünüyorum.
Selam ve sevgilerimle"
Mektubu alan Anne ise, oğluna aşağıdaki cevabı yazar;
"Sevgili oğlum,
Aslına bakarsan, sen doğduğunda benim sütüm de yetersiz kalmıştı. Ama biz fakir olduğumuzdan dolayı, sütanne tutamayıp onun yerine seni inek sütüyle beslemek zorunda kalmıştık. Bu durumda takdir edersin ki, senin safkan bir öküz olmanın sorumlusu da ben değilim.
Seni seven annen"
"Sevgilim,
Biliyorsun, sen şantiyedeyken nur topu gibi bir bebeğimiz oldu. Sütüm yetmediği için, yavrumuzu besleyebilmek amacıyla bir sütanne tuttum. Yalnız, bu sütannenin zenci olmasından dolayı çocuğumuz, emdiği sütün etkisiyle zaman içinde zenciye dönüştü. Haberin olsun dedim. Bu konuda benim bir suçum olduğunu düşünmezsin umarım. Öptüm, Biricik eşin"
Bunun üzerine, genç kadının kocası da kendi annesine bir mektup yazar;
"Sevgili anneciğim,
Karım bana gönderdiği son mektupta, sütü yetersiz olduğu için bir sütanne tuıtmak zorunda kaldığını, o sütannenin zenci olduğunu ve bu yüzden bebeğimizin de zamanla zenciye dönüştüğünü yazıyor. Bu durumdan, eşimi sorumlu tutamayız diye düşünüyorum.
Selam ve sevgilerimle"
Mektubu alan Anne ise, oğluna aşağıdaki cevabı yazar;
"Sevgili oğlum,
Aslına bakarsan, sen doğduğunda benim sütüm de yetersiz kalmıştı. Ama biz fakir olduğumuzdan dolayı, sütanne tutamayıp onun yerine seni inek sütüyle beslemek zorunda kalmıştık. Bu durumda takdir edersin ki, senin safkan bir öküz olmanın sorumlusu da ben değilim.
Seni seven annen"
9 Haziran 2012 Cumartesi
Elektrikli Otomobil
Elektrikli Otomobil Ülkemizde 2012 yılı Mayıs ayı başından itibaren satışa sunuldu. Renault’un Yüzde 100 elektrikli otomobili Fluence Z.E. (Zero Emission/Sıfır karbon salımı) Denizli’de üretiliyor.
Elektrikli Otomobil hiç ses çıkarmıyor. Motorun çalıştığı ancak kadranda görünen “go” yazısından anlaşılabiliyor.
Araç, şimdilik şehir içi kullanım için uygun görünüyor. Çünkü teknoloji henüz yeni olduğundan şarj noktaları yaygın değil. İstanbul’da dokuz şarj merkezi var, sayının yılsonuna kadar 40’a çıkarılması öngörülüyor. Ayrıca 44 yetkili satıcıda şarj hizmet noktası bulunuyor.
Şarj edilmiş bir akü ile 185 kilometre gidilebiliyor. Akünün dolma süresi ise 6-8 saat civarında, ancak hızlı dolumda bu süre 30 dakikaya düşüyor.
Fluence Z.E. lityum iyon manganez bataryayla çalışıyor. Batarya bakım gerektirmiyor.
Batarya kira bedeli ayda 83 Euro.
Araçta donanım olarak; ABS, ESP, sürücü ve yolcu ön hava yastıkları, göğüs hava yastıkları, ön ve arka yan hava yastıkları, immobilizer, çift yönlü otomatik klima, radyo-CD MP3 çalar, ısıtmalı yan aynalar, 16 jantlar, gövde rengi çıta, kapı kolları ve aynalar, standart olarak sunuluyor.
Fluence Z.E. nin fiyatı 64 bin 900 TL’den başlıyor.
31 Mayıs 2012 Perşembe
Zayıfla, Zayıf Kal-3
-Öğünlerimizi mümkün olduğunca kendimiz hazırlayacağız. Böylece ne yediğimiz, ne kadar yediğimiz kendi kontrolümüzde olacak.
-Tuz, şeker ve un, bu üç beyazdan uzak durulacak.
-Sebzelerle dost olunacak.
-Yeme faaliyeti, yatmadan en az 3 saat önce durdurulacak.
-Günde 8 saat uyunacak.
-Kısa yürüyüşler, merdiveni tercih etmek gibi, vücudumuzun hareketini artıran fırsatlar kaçırılmayacak.
-Tuz, şeker ve un, bu üç beyazdan uzak durulacak.
-Sebzelerle dost olunacak.
-Yeme faaliyeti, yatmadan en az 3 saat önce durdurulacak.
-Günde 8 saat uyunacak.
-Kısa yürüyüşler, merdiveni tercih etmek gibi, vücudumuzun hareketini artıran fırsatlar kaçırılmayacak.
29 Mayıs 2012 Salı
Zayıfla, Zayıf Kal-2
-Ekmek az yenecek. Kepeği alınmamış, tam tahıl olanı tercih edilecek.
-Pirinç, makarna, kek, pasta, börek ve benzerlerinden uzak durulacak.
-Meyve, sebze ve tahıl türü gıdalar kabuklarıyla ve kepekleriyle birlikte tüketilecek.
-En iyi lif kaynakları olan çilek, kabak, ıspanak, elma ve fasulyeden bol bol yenilecek.
-Yemek tabağının küçük olanı seçilecek.
-Yemeklerde kullanılan her türden yağ azaltılacak.
-Kahve ve çay dahil şeker kullanmak yasak. Şekerin tadı unutulmalı.
-Patates sebze görünümlü şekerdir, uzak durulacak.
-Fast-food gıdalar yenilmeyecek.
-Her sabah mutlaka kahvaltı edilecek.
-Pirinç, makarna, kek, pasta, börek ve benzerlerinden uzak durulacak.
-Meyve, sebze ve tahıl türü gıdalar kabuklarıyla ve kepekleriyle birlikte tüketilecek.
-En iyi lif kaynakları olan çilek, kabak, ıspanak, elma ve fasulyeden bol bol yenilecek.
-Yemek tabağının küçük olanı seçilecek.
-Yemeklerde kullanılan her türden yağ azaltılacak.
-Kahve ve çay dahil şeker kullanmak yasak. Şekerin tadı unutulmalı.
-Patates sebze görünümlü şekerdir, uzak durulacak.
-Fast-food gıdalar yenilmeyecek.
-Her sabah mutlaka kahvaltı edilecek.
27 Mayıs 2012 Pazar
Zayıfla, Zayıf Kal-1
-Sabah yataktan kalkınca hemen ve her bir öğünden önce mutlaka, bir bardak su içilecek. Su metobolizmayı hızlandırıyor, unutma.
-Kola ve benzerleri içilmeyecek.
-Meyve suyu değil, meyvenin kendisi yenilecek.
-Enerji içecekleri yasak.
-Sütlü kahve yerine, sadesi içilecek.
-Zayıflama sürecinde alkol alınmayacak.
-Yapay veya doğal tatlılardan uzak durulacak.
-Her öğünde mutlaka proteinli besinler yenilerek, tokluk hissi sürekli hale getirilecek. Beyaz et ve yumurtanın beyazı ilk akla gelen seçenekler.
-Kola ve benzerleri içilmeyecek.
-Meyve suyu değil, meyvenin kendisi yenilecek.
-Enerji içecekleri yasak.
-Sütlü kahve yerine, sadesi içilecek.
-Zayıflama sürecinde alkol alınmayacak.
-Yapay veya doğal tatlılardan uzak durulacak.
-Her öğünde mutlaka proteinli besinler yenilerek, tokluk hissi sürekli hale getirilecek. Beyaz et ve yumurtanın beyazı ilk akla gelen seçenekler.
23 Mayıs 2012 Çarşamba
İnternet nedir?
İnternet nedir?
Internet, dünyanın her yerindeki milyonlarca bilgisayarı, bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan bir iletişim ağıdır. İnternet sözcüğünün İngilizceden birebir çevirisinin karşılığı “iç-ağ” veya “dahili-ağ” demektir.
İnternet bağlantısı olan bir kullanıcı, eğer kendisine yetki verilmişse, internete bağlı diğer herhangi bir bilgisayardaki bilgilere erişebilir, onları kendi bilgisayarına alabilir, kendi bilgisayarından da internet erişimi olan başka bir bilgisayara gönderebilir.
İnternet, elektronik ortama aktarılabilen her türlü bilginin, görüntünün ve sesin kaydedilmesini, saklanmasını ve paylaşılabilmesini sağlar.
İnternet sayesinde bilgiye kolay, hızlı, ucuz ve güvenli bir şekilde erişebiliriz.
Bakış açımıza bağlı olarak interneti bir bilgi denizine, devasa bir kütüphaneye ya da milyonlarca su buharı zerreciğinden oluşan bir buluta benzetebiliriz.
Günümüzde interneti kullanarak;
- Alışveriş yapabilirsiniz,
- Banka hesabınızı düzenleyebilir, kart borcunuzu ödeyebilirsiniz,
- Vergi işlemlerinizi yapabilirsiniz,
- Radyo dinleyebilir, televizyon izleyebilirsiniz,
- Gazete, dergi okuyabilirsiniz,
- Diğer insanlarla haberleşebilir, sohbet edebilirsiniz,
- Oyun oynayabilirsiniz,
- Bilimsel-akademik çalışmalarınızı ve araştırmalarınızı yürütebilirsiniz, vb.
Bir diğer deyişle, hayata dair birçok şeyi günümüzde internet ortamında yapmanız mümkündür.
İnternet insanlık tarihinin en önemli buluşudur. Bireysel ve toplumsal ilişkilerimizi, alışkanlıklarımızı, devletin ve özel şirketlerin kurumsal yapılanmalarını, kısaca tüm hayatımızı ve geleceğimizi değiştirme gücünü içinde barındırmaktadır.
İnternet çağına hoş geldiniz.
22 Mayıs 2012 Salı
Komik Fıkra - Hamza Abi
Mahallede, evin birine ayı girmiş. Mahallenin bıçkın delikanlıları olaya el koymuşlar.
Fakat ayı hırçın çıkmış, mahallenin yiğitleri korkudan ayıya yaklaşamamışlar.
Bir çare düşünürken, akıllarına paragöz Hamza Abi gelmiş. Hamza abi de, işsiz güsüz, ayı gibi iri kıyım, kıllı, esmer, kuvvetli bir adam. "Bu işi ancak o halleder, parasını da veririz" deyip koşmuşlar Hamza Abiye.
"Hamza abi, evlerden birine ayı girmiş, 300 liraya halledermisin" diye sormuşlar.
Hamza Abi gözlerini kısıp biraz düşünmüş "Hallederim ama üç şartım var" demiş.
"Birincisi öpüşmem, ikincisi 150 liradan fazla vermem, üçüncüsü de, erkek olursa adımı koyarsınız" demiş.
Fakat ayı hırçın çıkmış, mahallenin yiğitleri korkudan ayıya yaklaşamamışlar.
Bir çare düşünürken, akıllarına paragöz Hamza Abi gelmiş. Hamza abi de, işsiz güsüz, ayı gibi iri kıyım, kıllı, esmer, kuvvetli bir adam. "Bu işi ancak o halleder, parasını da veririz" deyip koşmuşlar Hamza Abiye.
"Hamza abi, evlerden birine ayı girmiş, 300 liraya halledermisin" diye sormuşlar.
Hamza Abi gözlerini kısıp biraz düşünmüş "Hallederim ama üç şartım var" demiş.
"Birincisi öpüşmem, ikincisi 150 liradan fazla vermem, üçüncüsü de, erkek olursa adımı koyarsınız" demiş.
21 Mayıs 2012 Pazartesi
Komik Fıkra - Trabzon Yakınlarına Düşen Uçak
Trabzon yakınlarındaki bir köy mezarlığına, 4 kişilik bir eğitim uçağı düşmüş. Köye ilk ulaşan televizyon ekibinin mikrofonuna, köy muhtarı Temel “Enkazdan 80 çeset çikarduk, ölü sayisu artabilur, çok üzgunuz” diye açıklama yapmış.
20 Mayıs 2012 Pazar
Komik Fıkra-Temel Avcıların Lideri
Temel avcıların lideri, birgün hep birlikte ava çıkmışlar, ormanda ilerliyorlarmış. Karşılarına küçük bir delik çıkmış. Temel "Yatın, tavşan deliği" demiş. Yatmışlar. Delikten tavşan çıkmış. Avlayıp yola devam etmişler.
Yolda bakmışlar, daha büyük bir delik Temel "Yatın tilki deliği" demiş. Yatmışlar.
Delikten tilki çıkmış, vurmuşlar. Yollarına devam etmişler. Sonra daha büyük bir delik görmüşler "Yatın ayı ini" diye bağırmış Temel. Delikten çıkan ayıyı da avlamışlar.
Temel her deliği her hayvanı biliyormuş Temel keyifli, avcılar temele saygılı giderken öncekilere benzemeyen çok büyük bir delik görmüşler. Avcılar dönüp Temel'e bakmış.
Temel "Uşaklar" demiş "ne çikacağunu bilmeyrum. Siz deluğun onune sipere yatun, ne çikarsa bahtumuza"
Ertesi gün gazete manşetlerinde, "Dört avcı, trenin altında kaldı." haberi varmış.
16 Mayıs 2012 Çarşamba
Kene Isırması-Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) Hastalığı
Kene-Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) Hastalığı
2012 yılının Mayıs ayındayız ve kene ısırmasına bağlı ölüm haberleri gelmeye başladı. Bugün akşam haberlerinde, son bir haftada ölen insanlarımızın sayısının 6 ya ulaştığı söylendi. Şaka değil, bahçede, tarlada çalışırken ya da bir kır gezintisi veya piknik sonrası hayatınızı kaybedebilirsiniz, bu konu hayat memat meselesi bir başka deyişle. O halde ne yapabiliriz, bu derdin çaresi nedir, cevap vermemiz gereken temel soru bu.
Keneler, büyük çoğunluğumuzun ne olduğunu bile bilmediği, genellikle küçük örümceklere bennzeyen canlılar. Farklı renk ve büyüklükte olabiliyorlar ve insanlar dahil diğer canlıların kanını emerek besleniyorlar.
2012 yılının Mayıs ayındayız ve kene ısırmasına bağlı ölüm haberleri gelmeye başladı. Bugün akşam haberlerinde, son bir haftada ölen insanlarımızın sayısının 6 ya ulaştığı söylendi. Şaka değil, bahçede, tarlada çalışırken ya da bir kır gezintisi veya piknik sonrası hayatınızı kaybedebilirsiniz, bu konu hayat memat meselesi bir başka deyişle. O halde ne yapabiliriz, bu derdin çaresi nedir, cevap vermemiz gereken temel soru bu.
Keneler, büyük çoğunluğumuzun ne olduğunu bile bilmediği, genellikle küçük örümceklere bennzeyen canlılar. Farklı renk ve büyüklükte olabiliyorlar ve insanlar dahil diğer canlıların kanını emerek besleniyorlar.
Dünyanın her yerinde yaşayabilen kenelerin bazı türleri ölümcül Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı virüsünü taşıyor. Virüs taşıyan kene, insan veya hayvandan kan emerken hastalık virüsünü bulaştırıyor.
Hastalık bilinen tarihte ilk defa, 1944 yılında Kırım’da görülmüş ve Kırım Kanamalı Ateşi olarak tanımlanmış, daha sonra 1956 yılında Kongo’da görülen hastalığın da Kırım Kanamalı Ateşi ile aynı olduğunun anlaşılması üzerine, bu günkü Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığı adını almış.
Ülkemiz, kenelerin yaşamaları için coğrafî açıdan oldukça uygun bir yapıya sahip. Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığı Ülkemizde 2002 ve 2003 yıllarının bahar ve yaz aylarında görülmüş.
Ülkemiz, kenelerin yaşamaları için coğrafî açıdan oldukça uygun bir yapıya sahip. Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığı Ülkemizde 2002 ve 2003 yıllarının bahar ve yaz aylarında görülmüş.
Hastalık daha çok hayvancılıkla uğraşanlarda, mezbaha çalışanlarında ve kırsal alanda yaşayanlarda görülüyor.
Virüs taşıyan kenenin ısırmasından sonraki 1-3 gün içinde, hastalık belirtileri ortaya çıkıyor. Hastalığın belirtileri ateş, kırgınlık, baş ağrısı, halsizlik, aşırı duyarlılık, kollarda, bacaklarda ve sırtta şiddetli ağrı ve belirgin bir iştahsızlık şeklinde ortaya çıkıyor. Bazen kusma, karın ağrısı veya ishal olabiliyor. İlk günlerde yüz ve göğüste kızarıklık görülüyor. Bazen kadınlarda vajinal kanama da olabiliyor. Hastalığın kesin teşhisinin yapılabilmesi ancak laboratuar tetkikleri ile mümkün.
KKKA, kişinin virüsü alması halinde ölme ihtimalinin yaklaşık %30 ile %50 arasında olduğu, ölümcül bir hastalık. Ölüm olayları daha çok hastalığın ikinci haftalarında (5-14.gün) görülmekte.
İyileşme genelde hastalığın dokuzuncu veya onuncu günlerinde olmakta.
KKKA, kişinin virüsü alması halinde ölme ihtimalinin yaklaşık %30 ile %50 arasında olduğu, ölümcül bir hastalık. Ölüm olayları daha çok hastalığın ikinci haftalarında (5-14.gün) görülmekte.
İyileşme genelde hastalığın dokuzuncu veya onuncu günlerinde olmakta.
Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığının bugün için etkili bir aşısı yok. Hastalığın kesin ve etkin bir tedavisi de yok, ancak destek tedavileri uygulanıyor.
KKKA hastalığından korunmak için;
KKKA hastalığından korunmak için;
-Keneler genel olarak nisan ve ekim ayları aralığında aktiftirler. Bu dönemlerde dikkatli olunmalı.
-Piknik amaçlı olarak su kenarları ve otlak alanlarda bulunanlar, döndüklerinde mutlaka üzerlerini kontrol etmeli ve kene varsa usulüne uygun olarak vücuttan uzaklaştırmalı.
-Çalı, çırpı ve gür ot bulunan yerlerden uzak durulmalı, bu gibi yerlere çıplak ayakla veya kısa giysilerle girilmemeli.
-Ormanlarda çalışan işçiler ve ava çıkanlar lâstik çizme giymeli veya pantolonlarının paçalarını çorap içine almalı.
-Mümkün olduğu kadar kenelerin bulunduğu alanlardan ve hayvan barınaklarından uzak durulmalı.
Riskli yerlerde bulunulması durumunda, vücutta kene olup olmadığı kontrol edilmeli. Vücuda yapışmış kene varsa, kesinlikle ezilmeden ve kenenin ağız kısmı koparılmadan (bir pensle sağa sola oynatarak, çivi çıkarır gibi) alınmalı.
-Kenelerde kusmaya sebep olduğundan, vücuda yapışan kenenin üzerine kesinlikle herhangi bir kimyasal madde dökülmemeli. Kene, sigara veya kibrit kullanarak uzaklaştırılmaya çalışılmamalı.
-Hayvan sahipleri hayvanlarını kenelere karşı ilâçlamalı, hayvan barınakları kenelerin yaşamasına imkân vermeyecek şekilde olmalı, çatlaklar ve yarıklar tamir edilerek badana yapılmalı. Kene bulunan hayvan barınakları ilâçlanmalı.
-Gerek insanları gerekse hayvanları hastalığa karşı korumak için "repellent" olarak bilinen böcek kaçıranlar dikkatli bir şekilde kullanılabilir. Repellentler sıvı, losyon, krem, katı yağ veya aerosol şeklinde hazırlanan maddeler olup, cilde sürülerek veya elbiselere emdirilerek uygulanabilir.
-Hasta ile temas sırasında mutlaka genel korunma önlemleri (eldiven, önlük, gözlük, maske vb.) alınmalı.
-Hasta ile temas sırasında mutlaka genel korunma önlemleri (eldiven, önlük, gözlük, maske vb.) alınmalı.
-Hastanın kan ve vücut sıvıları ile temastan kaçınılmalı.
14 Mayıs 2012 Pazartesi
Başarmak Üzerine-10 "Öncelikli Hedefler"
Başarmak Üzerine-10 "Öncelikli Hedefler"
Öncelikli hedefler, başarıya giden yolun altyapısını oluşturur. Öğrencilik dönemi bitmeden halletmen gereken şeylerdir.
-İngilizce öğren. Olmadığında eksikliğini çok sık hissedeceğin bir meziyettir, dünyanın ortak dilidir.
-Ehliyet al. Bir otomobil edinme vakti mutlaka gelecektir.
-Spor yap. Bedenini çalıştır, sağlıklı ve zinde ol.
-Teknolojiye yakın ol. Bilgisayardan anla, bilişim dünyasını izle ve kullan.
-İş deneyimi edin. Biyerlerde çalış, kendini test et.
-Yurt dışına çık. Başka ülkeleri gör, başka insanları tanı, ufkunu genişlet.
-Web sayfası aç. İnternet ortamına ısındır kendini, geleceğe hazırlan.
Öncelikli hedefler, başarıya giden yolun altyapısını oluşturur. Öğrencilik dönemi bitmeden halletmen gereken şeylerdir.
-İngilizce öğren. Olmadığında eksikliğini çok sık hissedeceğin bir meziyettir, dünyanın ortak dilidir.
-Ehliyet al. Bir otomobil edinme vakti mutlaka gelecektir.
-Spor yap. Bedenini çalıştır, sağlıklı ve zinde ol.
-Teknolojiye yakın ol. Bilgisayardan anla, bilişim dünyasını izle ve kullan.
-İş deneyimi edin. Biyerlerde çalış, kendini test et.
-Yurt dışına çık. Başka ülkeleri gör, başka insanları tanı, ufkunu genişlet.
-Web sayfası aç. İnternet ortamına ısındır kendini, geleceğe hazırlan.
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Başarmak Üzerine-9 Özgüveni Yükseltmek
Özgüveni (Kendine Güveni) Yükseltmek İçin;
-Özgüven doğuştan gelen bir özellik değildir, üzerinde çalışırsan gelişir, unutma.
-Geçmişte başardıklarını hep hatırla ve o başarılar üzerinden özsaygını besle.
-Herkese, herşeye hemen inanma, etrafta abartılar ve yalanlar dolaşır, kanma.
-Başarmış, saygın yakınlarınla gururlan, onlardan bir parça olduğunu unutma.
-Acele kararlar alıp, biraz zorlanınca hemen vazgeçme, karar verdiğinde, bunu bir başarı hikayesine dönüştür.
-Zorlukları, gelişmen için, özgüvenini yükseltmek için fırsatlar olarak gör, zor olana meydan oku.
-Bilmek özgüveni artırır, kitap, gazete, dergi oku, televizyon izle, gündemi yakala.
-Yeryüzünde bir eşinin bulunmadığını, tek ve özel olduğunu unutma.
-İnsanlarla ilişkilerinde dikkatli ol, sana saygı duyulmasını sağla. Bunun için;
--Dış görünüşüne özen göster, temiz ve bakımlı ol.
--Omuzlarını düşürme, dik dur, yere sağlam bas.
--İnsanlarla konuşurken gözlerine bak, göz temasından kaçınma.
--Konuşurken ses tonuna enerjini yansıt, acele etme ve doğru kelimeleri kullan.
--Beden dilinle, ses tonunla ve bakışlarınla saygıdeğer olduğunu hissettir insanlara.
-Özgüven doğuştan gelen bir özellik değildir, üzerinde çalışırsan gelişir, unutma.
-Geçmişte başardıklarını hep hatırla ve o başarılar üzerinden özsaygını besle.
-Herkese, herşeye hemen inanma, etrafta abartılar ve yalanlar dolaşır, kanma.
-Başarmış, saygın yakınlarınla gururlan, onlardan bir parça olduğunu unutma.
-Acele kararlar alıp, biraz zorlanınca hemen vazgeçme, karar verdiğinde, bunu bir başarı hikayesine dönüştür.
-Zorlukları, gelişmen için, özgüvenini yükseltmek için fırsatlar olarak gör, zor olana meydan oku.
-Bilmek özgüveni artırır, kitap, gazete, dergi oku, televizyon izle, gündemi yakala.
-Yeryüzünde bir eşinin bulunmadığını, tek ve özel olduğunu unutma.
-İnsanlarla ilişkilerinde dikkatli ol, sana saygı duyulmasını sağla. Bunun için;
--Dış görünüşüne özen göster, temiz ve bakımlı ol.
--Omuzlarını düşürme, dik dur, yere sağlam bas.
--İnsanlarla konuşurken gözlerine bak, göz temasından kaçınma.
--Konuşurken ses tonuna enerjini yansıt, acele etme ve doğru kelimeleri kullan.
--Beden dilinle, ses tonunla ve bakışlarınla saygıdeğer olduğunu hissettir insanlara.
9 Mayıs 2012 Çarşamba
Ben Amerikadayken-9
Herkes Koşuyor
Kampüsteki ilk günlerimde farkına vardığım bir diğer şeydi, kızların, erkeklerin, hocaların herkesin bir şekilde sporla ilgili olması. Kaldırımlarda, yol kenarlarında, parklarda insanlar spor amaçlı yürüyor yada koşuyorlardı. Bunların arasında 60-70 yaşını geçmiş yaşlı insanlar da vardı. Amerikada insanların neden bu kadar spor yapmaya düşkün olduklarına ilişkin biz Türkler aramızda teoriler geliştiriyorduk. En çok kabul gören teori, Amerika da sağlık sisteminin özel sigorta şirketleri üzerine kurulu ve çok pahalı olması nedeniyle, insanların vücut dirençlerini arttırmak ve kolay hastalanmamak için durmadan koştukları yönündeydi. Bizim öyle bir derdimiz olmadığından, ancak canımız istediğinde, keyfimize göre takılıyorduk spor olayına.
Üniversitede, hemen hertürlü sporu yapabileceğimiz alanlar yaratılmıştı. Bilardo masalarından, açık ve kapalı yüzme havuzlarına, bowling salonundan, voleybol sahalarına kadar, akla gelebilecek her türlü spor faaliyeti için dünya standartlarına uygun tesisler oluşturulmuştu.
Bunların arasında, basketbol ve Amerikan futbolunun özel bir yeri vardı. Kampüste, her iki spor dalına da özel ve Türkiyede benzerlerini ancak bir kaç büyük şehrimizde görebileceğimiz, devasa tesisler yapılmıştı.
Basketbol karşılaşmaları için yapılan binanın ilginç bir mimarisi vardı. Bina, dev bir uçan daire formundaydı. Amerikanın büyük üniversitelerinin basket takımları sık sık konuğumuz olur, hocalarımız derslerde bizleri destek olmaya çağırır, bu ortak coşkuya bizlerin de katılmasını teşvik ederdi.
Amerikan futbolu maçları ise, sanki bir büyük bayram coşkusuyla izleniyordu. Büyük stadın dış cephelerine yerleştirilmiş sütunların, dünya savaşlarından birinde ölen üniversitemiz öğrencilerinin her birini temsil ettiği anlatılmıştı bize. Bu stadta oynanacak bir maç için, bizlere ücretsiz bilet dağıtılması üzerine, küçük oğlum ve ben de tribünlerdeki yerimizi aldık, ancak daha ne olduğunu, oyunun nasıl oynandığını bile anlayamadan, oğlumun gösterdiği aşırı sıkılma belirtileri üzerine, izleyici koltuklarımızı terkettik.
Kampüsteki ilk günlerimde farkına vardığım bir diğer şeydi, kızların, erkeklerin, hocaların herkesin bir şekilde sporla ilgili olması. Kaldırımlarda, yol kenarlarında, parklarda insanlar spor amaçlı yürüyor yada koşuyorlardı. Bunların arasında 60-70 yaşını geçmiş yaşlı insanlar da vardı. Amerikada insanların neden bu kadar spor yapmaya düşkün olduklarına ilişkin biz Türkler aramızda teoriler geliştiriyorduk. En çok kabul gören teori, Amerika da sağlık sisteminin özel sigorta şirketleri üzerine kurulu ve çok pahalı olması nedeniyle, insanların vücut dirençlerini arttırmak ve kolay hastalanmamak için durmadan koştukları yönündeydi. Bizim öyle bir derdimiz olmadığından, ancak canımız istediğinde, keyfimize göre takılıyorduk spor olayına.
Üniversitede, hemen hertürlü sporu yapabileceğimiz alanlar yaratılmıştı. Bilardo masalarından, açık ve kapalı yüzme havuzlarına, bowling salonundan, voleybol sahalarına kadar, akla gelebilecek her türlü spor faaliyeti için dünya standartlarına uygun tesisler oluşturulmuştu.
Bunların arasında, basketbol ve Amerikan futbolunun özel bir yeri vardı. Kampüste, her iki spor dalına da özel ve Türkiyede benzerlerini ancak bir kaç büyük şehrimizde görebileceğimiz, devasa tesisler yapılmıştı.
Basketbol karşılaşmaları için yapılan binanın ilginç bir mimarisi vardı. Bina, dev bir uçan daire formundaydı. Amerikanın büyük üniversitelerinin basket takımları sık sık konuğumuz olur, hocalarımız derslerde bizleri destek olmaya çağırır, bu ortak coşkuya bizlerin de katılmasını teşvik ederdi.
Amerikan futbolu maçları ise, sanki bir büyük bayram coşkusuyla izleniyordu. Büyük stadın dış cephelerine yerleştirilmiş sütunların, dünya savaşlarından birinde ölen üniversitemiz öğrencilerinin her birini temsil ettiği anlatılmıştı bize. Bu stadta oynanacak bir maç için, bizlere ücretsiz bilet dağıtılması üzerine, küçük oğlum ve ben de tribünlerdeki yerimizi aldık, ancak daha ne olduğunu, oyunun nasıl oynandığını bile anlayamadan, oğlumun gösterdiği aşırı sıkılma belirtileri üzerine, izleyici koltuklarımızı terkettik.
8 Mayıs 2012 Salı
Browser (Tarayıcı) nedir?
Browser yada web tarayıcıları, internete girebilmemizi sağlayan programlardır. Bunlar olmadan, milyonlarca web sayfasının bir ağ üzerinden birbirlerine bağlanmasıyla oluşan internet ortamına girmemiz mümkün değildir. Tarayıcılar, internet ortamında bulunan her şeyin ekranlarımıza ulaşmasını sağlar. İnternet Explorer, Mozilla Firefox ve Opera halen en yaygın kullanılan tarayıcılardır.
5 Mayıs 2012 Cumartesi
Bozuk Süt Zehirlermi – Laktoz İntoleransımı?
Bozuk Süt Zehirlermi – Laktoz İntoleransımı?
Milli Eğitim Bakanlığımız yerinde bir karar aldı ve 2 Mayıstan itibaren ilköğretim okullarında, ana sınıfından 5. sınıfa kadar ücretsiz süt dağıtımına başlandı. Proje, çocuklarımıza süt içme alışkanlığının kazandırılması ve sağlıklı beslenmeleri bakımından son derece önemli ve yerinde bir uygulama. Ancak, son üç günde, Türkiye’nin her yerindeki okullardan, öğrencilerin rahatsızlandığı ve çok sayıda öğrencinin hastaneye kaldırıldığı haberleri gelmeye başladı. Süt dağıtımından hemen sonra çocuklarda bazı rahatsızlıklar görüldü. Şimdiye kadar, 4 binin üzerinde çocuk mide bulantısı, kusma gibi şikâyetlerle hastanelere müracaat etti.
Uzmanlara göre, çocuklarda ortaya çıkan rahatsızlıkların iki sebebi olabilir. Birincisi, bozuk sütlerin içilmesinden kaynaklanan bir tür gıda zehirlenmesi ihtimali. İkincisi ise, süte karşı vücudun olumsuz tepki vermesi olarak tarif edebileceğimiz, tıp dilinde "laktoz intoleransı" olarak tanımlanan bir rahatsızlığın ortaya çıkması.
Sorumlu bozuk süt olabilir mi?
Aslında süt, doğal olarak içinde çeşitli bakteriler barındıran bir gıda maddesi. Uygun ortamda korunmayan ve yüksek ısıya maruz kalan süt, ilk bakışta normal bir süt gibi görünse bile, içinde çok fazla miktarda zararlı bakteri barındırır. Bakteriler çoğalmak için sütte bulunan ve bir tür şeker olan laktozu enerji kaynağı olarak kullanır. Bu süreçte laktoz, laktik aside dönüşür ve süt içindeki laktik asit miktarı belli bir seviyeye ulaştığında, sütün tadı ekşir ve süt kötü kokmaya başlar.
Pastörizasyon işlemi, sütte bulunan bakteri, küf ve diğer hastalık yapıcı organizmaları öldürür. Ancak, pastörize edilmiş sütte bile bazı bakteriler var olmaya devam eder. Süt uygun olmayan koşullarda saklandığında, bu bakteriler çoğalarak kritik seviyeye ulaşır. Bu şekilde bozulan süt, insan sağlığı için tehlikeli olabilecek bakteriler barındırır.
Yetişkin İnsanlar sütün bozuk olduğunu kolayca anlayabilir. Ancak, küçük çocukların normal süt ile bayat sütü birbirinden ayırmaları zor olabilir. Bozuk süt içen bir çocukta, tipik gıda zehirlenmesi belirtileri görülür. Bayat sütü içtikten sonra çocukta yüksek ateş gelişebilir, ayrıca kusma, ishal ve karın ağrısı görülebilir. Bu durumda mutlaka bir hastaneye başvurulması gerekir. Zamanında ve etkili tıbbi müdahalenin yapılmadığı gıda zehirlenmesi vakalarında, hayati tehlike ortaya çıkabilmektedir.
Laktoz(süt) intoleransı nedir?
Laktoz intoleransı, özellikle süt içtikten sonra insan vücudunda bir takım rahatsızlıkların ortaya çıkması halidir. Laktoz intoleransı olan, yani süte karşı hassasiyeti bulunan kişilerde, süt içtikten sonraki iki saat içinde karın bölgesinde gaz, şişkinlik, bulantı ve ishal gibi şikayetler ortaya çıkar.
Süt şekeri de denilen ve doğada sadece sütte bulunan laktoz, laktaz denilen bir enzim tarafından parçalanmak suretiyle vücudumuz tarafından sindirilebilir. İnce bağırsak yüzeyinde bulunan ve insanda bebeklik döneminde en yüksek seviyesinde bulunan laktaz enzimi, bebeklik döneminin sona ermesiyle birlikte azalmaya başlar.
İnce bağırsaktaki laktaz enziminin azalması veya tamamen ortadan kalkması durumunda, laktaz enzimi eksikliği ortaya çıkmakta, sütte bulunan laktoz parçalanamadığından, emilememektedir. Bu durum, artan laktoz konsantrasyonundan dolayı, bağırsak içindeki basıncın artmasına yol açmakta, artan basınç lümenler içine su akımına sebep olmakta ve sonuç olarak süt içen ve laktoz intoleransı bulunan kişide şişkinlik, gaz, kolik ve ishal gibi şikayetler ortaya çıkmaktadır.
Laktoz intoleransı, hayati tehlikeye yol açan bir rahatsızlık değildir. Süt içilmemesi veya az içilmesi suretiyle, yakınmaların ortadan kaldırılması mümkündür.
Kişide laktoz intoleransı olup olmadığı, laktoz tolerans testiyle anlaşılabilir.
O halde sorun ne olabilir?
Uzmanlar bozuk ve bayat süt içilmesine bağlı gıda zehirlenmelerinde, şikayetlerin gıda tüketiminden 6 saat sonra ortaya çıkmaya başladığını, oysa çocuklarımızın ilk yarım saatten sonra rahatsızlanmaya başladığını, ayrıca çocuklarda yüksek ateş de görülmediğini dikkate alarak, bozuk süt içilmesine bağlı bir gıda zehirlenmesi değil, rahatsızlıkların laktoz intoleransından kaynaklandığını ifade ediyorlar.
Şikayetlerin hafif rahatsızlıklar şeklinde ortaya çıkması ve halen hastanelerde yatarak tedavi gören çocuk bulunmaması, süt içen çocuklarda ortaya çıkan rahatsızlığın, laktoz intoleransından kaynaklandığı iddiasını "şimdilik" destekliyor.
Sağlıcakla kalın…..
4 Mayıs 2012 Cuma
Komik Fıkra-Temel ile Zenciler
Temel Amerikaya gitmiş. Hayatında ilk defa zenci görmüş.
-"Ula punlar ne piçum insandur boyle, ula allahun işuna bak", filan diyerek söylenmiş, çok yadırgamış zencileri.
Gözünü dikip bakmalar, garip hareketler derken, oteldeki zenciler de kıl olmuş Temele.
Akşam olmuş, yatma vakti gelmiş, Temel resepsiyondaki zenci görevliye -"Uşağum sabahleyin erken kalkmam lazum, beni sabah altida uyandırırımisun" diye ricada bulunmuş, görevli de "Okey Mr. Temel" deyince, Temel odasına çıkıp derin bir uykuya dalmış.
Sabahtan beri Temele gıcık kapan zenci otel çalışanları, Temele bir ders vermek için, geceyarısından sonra sessizce odasına girmiş ve derin uykudaki temelin, yüzünü, ellerini, açıkta kalan yerlerini kahverengiye boyayıp çıkmışlar.
Sabah altıda, uyandırma servisi Temeli uyandırmış. Temel uyku sersemi lavaboya gitmiş, yüzünü yıkamak için.
Aynada yüzünü görünce, afallamış, şaşkın bir halde ellerine, ayaklarına bakmış, -"Ula pu salaklar beni uyantıracağuna, zenci müşterilerden pirini mi uyandirmişdur, hay sizun nenenuza", diye söylene söylene yatağına dönmüş ve tekrar uykuya dalmış.
-"Ula punlar ne piçum insandur boyle, ula allahun işuna bak", filan diyerek söylenmiş, çok yadırgamış zencileri.
Gözünü dikip bakmalar, garip hareketler derken, oteldeki zenciler de kıl olmuş Temele.
Akşam olmuş, yatma vakti gelmiş, Temel resepsiyondaki zenci görevliye -"Uşağum sabahleyin erken kalkmam lazum, beni sabah altida uyandırırımisun" diye ricada bulunmuş, görevli de "Okey Mr. Temel" deyince, Temel odasına çıkıp derin bir uykuya dalmış.
Sabahtan beri Temele gıcık kapan zenci otel çalışanları, Temele bir ders vermek için, geceyarısından sonra sessizce odasına girmiş ve derin uykudaki temelin, yüzünü, ellerini, açıkta kalan yerlerini kahverengiye boyayıp çıkmışlar.
Sabah altıda, uyandırma servisi Temeli uyandırmış. Temel uyku sersemi lavaboya gitmiş, yüzünü yıkamak için.
Aynada yüzünü görünce, afallamış, şaşkın bir halde ellerine, ayaklarına bakmış, -"Ula pu salaklar beni uyantıracağuna, zenci müşterilerden pirini mi uyandirmişdur, hay sizun nenenuza", diye söylene söylene yatağına dönmüş ve tekrar uykuya dalmış.
3 Mayıs 2012 Perşembe
Ben Amerikadayken-8
İkiz şehir "twin-city" olarak da bilinen Champaign-Urbana, yaklaşık 150 bin nüfuslu bir üniversite şehriydi. İllinois eyaletinin tamamı gibi, burası da çarşaf gibi düz bir arazi üzerine kurulmuştu. Bu özelliğinden dolayı, eyaleti ve bulunduğumuz bölgeyi, kendi aramızda "Amerikanın Konyası" olarak niteliyor, dalga geçiyorduk.
Her yer mısır tarlalarıyla doluydu. Mısır, üniversite bünyesinde de önemli bir araştırma konusuydu. Kampüs alanı içinde, akademik araştırma amaçlı kurulmuş küçük mısır tarlaları bulunuyordu.
Şehirde evler, okullar, hastaneler, neredeyse tüm yapılar en fazla 3-4 katlı yapılmıştı. Şehirde bulunduğunuz herhangi bir noktadan etrafınıza baktığınızda, sadece en yakınınzda bulunan binaları ve ağaçları görebiliyordunuz. Ne yüksek bir yapı, ne de yüksek bir tepe görme şansınız yoktu. Bu durumun en büyük sakıncası ise, eğer şehre yeni gelmişseniz ve henüz şehri yeterince tanımıyorsanız, kolayca yolunuzu kaybetmenize neden olmasıydı. Çünkü yönünüzü bulmanıza yardımcı olacak bir bina, kule, dağ, tepe gibi birşey göremiyordunuz. Nitekim, ilk günlerimde, bir kaç kere yolumu kaybettim kampüs alanının etrafında.
Evimiz, üniversite tarafından, daha çok master ve doktora öğrencilerine tahsis edilen, küçük ve basit evlerden oluşan, yeşillikler içindeki geniş bir yerleşim alanının tam ortasındaydı.
Burası, dünyanın her yerinden Amerikaya eğitim amacıyla gelmiş, farklı milletlerden, yüzlerce insanın birlikte yaşadığı, komşuluk ettiği küçük bir köy gibiydi. Köyün yönetimi "Family House" ın sorumluluğundaydı. Evlerin kiralanması ve boşaltılması, evlerde olabilecek arızaların giderilmesi, bakım onarım gibi işler, bir tür site yönetimi diyebileceğimiz bu birim tarafından takip ediliyordu.
Family House, haftada bir yayımlanan, dört sayfalık küçük bir gazete çıkarıyordu. Ücretsiz olarak evlere dağıtılan bu gazetede, içinde yaşadığımız topluluğu (community) ilgilendiren haberler, ilanlar, duyurular, faydalı bilgiler yer alıyordu.
Zaten bu ülkede dikkatimi çeken şeylerden biri de, ücretsiz yayın bolluğu ve kağıdın cömertce kullanılmasıydı. Posta kutumuz sürekli reklam kağıtlarıyla, broşürlerle doluyordu. Üniversite ücretsiz, günlük bir gazete çıkarıyordu ve bayağı ciddi bir gazete formatındaydı. Yardım almak veya danışmak amacıyla gittiğiniz bir kurumda, hemen bir demet broşürün elinize tutuşturulması normal bir durumdu. Bu ülkede herşey, her bilgi kağıtlara yazılmıştı. Size düşen, alıp okumak ve öğrenmekti.
Her yer mısır tarlalarıyla doluydu. Mısır, üniversite bünyesinde de önemli bir araştırma konusuydu. Kampüs alanı içinde, akademik araştırma amaçlı kurulmuş küçük mısır tarlaları bulunuyordu.
Şehirde evler, okullar, hastaneler, neredeyse tüm yapılar en fazla 3-4 katlı yapılmıştı. Şehirde bulunduğunuz herhangi bir noktadan etrafınıza baktığınızda, sadece en yakınınzda bulunan binaları ve ağaçları görebiliyordunuz. Ne yüksek bir yapı, ne de yüksek bir tepe görme şansınız yoktu. Bu durumun en büyük sakıncası ise, eğer şehre yeni gelmişseniz ve henüz şehri yeterince tanımıyorsanız, kolayca yolunuzu kaybetmenize neden olmasıydı. Çünkü yönünüzü bulmanıza yardımcı olacak bir bina, kule, dağ, tepe gibi birşey göremiyordunuz. Nitekim, ilk günlerimde, bir kaç kere yolumu kaybettim kampüs alanının etrafında.
Evimiz, üniversite tarafından, daha çok master ve doktora öğrencilerine tahsis edilen, küçük ve basit evlerden oluşan, yeşillikler içindeki geniş bir yerleşim alanının tam ortasındaydı.
Burası, dünyanın her yerinden Amerikaya eğitim amacıyla gelmiş, farklı milletlerden, yüzlerce insanın birlikte yaşadığı, komşuluk ettiği küçük bir köy gibiydi. Köyün yönetimi "Family House" ın sorumluluğundaydı. Evlerin kiralanması ve boşaltılması, evlerde olabilecek arızaların giderilmesi, bakım onarım gibi işler, bir tür site yönetimi diyebileceğimiz bu birim tarafından takip ediliyordu.
Family House, haftada bir yayımlanan, dört sayfalık küçük bir gazete çıkarıyordu. Ücretsiz olarak evlere dağıtılan bu gazetede, içinde yaşadığımız topluluğu (community) ilgilendiren haberler, ilanlar, duyurular, faydalı bilgiler yer alıyordu.
Zaten bu ülkede dikkatimi çeken şeylerden biri de, ücretsiz yayın bolluğu ve kağıdın cömertce kullanılmasıydı. Posta kutumuz sürekli reklam kağıtlarıyla, broşürlerle doluyordu. Üniversite ücretsiz, günlük bir gazete çıkarıyordu ve bayağı ciddi bir gazete formatındaydı. Yardım almak veya danışmak amacıyla gittiğiniz bir kurumda, hemen bir demet broşürün elinize tutuşturulması normal bir durumdu. Bu ülkede herşey, her bilgi kağıtlara yazılmıştı. Size düşen, alıp okumak ve öğrenmekti.
1 Mayıs 2012 Salı
Ben Amerikadayken-7
Bir Türk öğrenci olarak Amerikaya gelişimin ilk günlerinde dikkatimi çeken, yadırgadığım, yada hoşuma giden şeyler oluyordu.
Üniversitemizin kampüsü adeta şehirle bütünleşmişti. Kampüsün nerede başladığı, şehrin nerede bittiğini belirleyen, şehri ve kampüsü birbirinden ayıran sınırlar, duvarlar, kapılar, kapılarda güvenlik görevlileri yoktu. Öğrenciler ve şehrin insanları iç içe yaşıyorlardı. Okula ait bir binaya girerken elektronik kapılardan geçmek zorunda değildiniz. Türkiyedeki üniversite yapısından ve güvenlik anlayışından tamamen farklı olan bu durum hoşuma gitmişti.
Dikkatimi çeken ve çok beğendiğim bir başka davranış ise, eğer bir öğrenci bir kapıya sizden önce ulaşmış ve açmışsa, kapının kendiliğinden sizin yüzünüze kapanmasına asla izin vermiyor, arkadan gelenin kapıya ulaşması için, kapıyı tutuyor ve bekliyordu. Bu gerçek bir incelik ve nezaket davranışıydı ve beni çok etkilemişti.
Ve beni çok şaşırtan bir diğer şey de, bu ülkede çimenlere basmak serbestti. Çimenler üzerinde oynamak, güneşlenmek, oturmak, yürümek, piknik yapmak serbestti ve bu harikaydı. Bölge çok yağış alıyordu. Hava ve toprak sürekli nemliydi. Sanırım bu nedenle, çimenler herzaman yeşildi ve hızlı büyüyorlardı. Sadece çimenler değil, aslında tüm bitkiler hızla büyüyordu bu ülkede. Sanki bir süre dikkatle izlesek, bitkilerin büyüdüğünü görebilirmişiz gibi gelirdi bize.
Kampüs alanındaki çim alanlar, bu iş için özel olarak yapılmış ve orta boy bir traktör büyüklüğündeki özel araçlarla, düzenli olarak biçiliyordu. Ve kesilen çimenler Türkiyedeki gibi toplanmıyor, oracıkta bırakılıyordu. Böylece çimenlerin budanan bölümleri, kısa sürede kuruyup toprağa karışıyor ve adeta kendi köklerine gübre oluyordu.
Üniversitemizin kampüsü adeta şehirle bütünleşmişti. Kampüsün nerede başladığı, şehrin nerede bittiğini belirleyen, şehri ve kampüsü birbirinden ayıran sınırlar, duvarlar, kapılar, kapılarda güvenlik görevlileri yoktu. Öğrenciler ve şehrin insanları iç içe yaşıyorlardı. Okula ait bir binaya girerken elektronik kapılardan geçmek zorunda değildiniz. Türkiyedeki üniversite yapısından ve güvenlik anlayışından tamamen farklı olan bu durum hoşuma gitmişti.
Dikkatimi çeken ve çok beğendiğim bir başka davranış ise, eğer bir öğrenci bir kapıya sizden önce ulaşmış ve açmışsa, kapının kendiliğinden sizin yüzünüze kapanmasına asla izin vermiyor, arkadan gelenin kapıya ulaşması için, kapıyı tutuyor ve bekliyordu. Bu gerçek bir incelik ve nezaket davranışıydı ve beni çok etkilemişti.
Ve beni çok şaşırtan bir diğer şey de, bu ülkede çimenlere basmak serbestti. Çimenler üzerinde oynamak, güneşlenmek, oturmak, yürümek, piknik yapmak serbestti ve bu harikaydı. Bölge çok yağış alıyordu. Hava ve toprak sürekli nemliydi. Sanırım bu nedenle, çimenler herzaman yeşildi ve hızlı büyüyorlardı. Sadece çimenler değil, aslında tüm bitkiler hızla büyüyordu bu ülkede. Sanki bir süre dikkatle izlesek, bitkilerin büyüdüğünü görebilirmişiz gibi gelirdi bize.
Kampüs alanındaki çim alanlar, bu iş için özel olarak yapılmış ve orta boy bir traktör büyüklüğündeki özel araçlarla, düzenli olarak biçiliyordu. Ve kesilen çimenler Türkiyedeki gibi toplanmıyor, oracıkta bırakılıyordu. Böylece çimenlerin budanan bölümleri, kısa sürede kuruyup toprağa karışıyor ve adeta kendi köklerine gübre oluyordu.
30 Nisan 2012 Pazartesi
Komik Fıkra-Avcı Zor Durumda
Bir gün avcı kahvehanede, her zamanki gibi abartılı av hikayelerini anlatıyormuş.
Söz dönmüş dolaşmış ayı avına gelmiş.
-"Ayı avı, öyle her avcının cesaret edeceği bir iş değildir" demiş avcı kasılarak.
-"Akıl ister, yürek ister, tecrübe ister" demiş, şişinerek. Sonra başlamış anlatmaya.
-"Bir gün ormanda kocaman bir ayının peşine düştüm. Ben ayının ayak izlerini takip ederken, bir anda ayı ile burun buruna geldik. Baktım ayı üzerime doğru geliyor, hemen tüfeğimi doğrultup tetiğe bastım. Fakat tüfek ateş almadı. Bir daha bastım gene ateş almadı. Ayı üzerime geliyor, ben geri geri gidiyorum. Derken, bir uçurumun kenarına geldik. Arkamda derin bir uçurum, önümde kocaman bir ayı", demiş avcı, derin bir soluk alarak ve şöyle bir bakmış dinleyenlere.
-"Eee ne yaptın", diye heyecanla sormuş etrafındakiler.
Avcı duraklamış, düşünmüş, kafasını kaşımış ve
-"Ayı beni yedi" demiş.
Söz dönmüş dolaşmış ayı avına gelmiş.
-"Ayı avı, öyle her avcının cesaret edeceği bir iş değildir" demiş avcı kasılarak.
-"Akıl ister, yürek ister, tecrübe ister" demiş, şişinerek. Sonra başlamış anlatmaya.
-"Bir gün ormanda kocaman bir ayının peşine düştüm. Ben ayının ayak izlerini takip ederken, bir anda ayı ile burun buruna geldik. Baktım ayı üzerime doğru geliyor, hemen tüfeğimi doğrultup tetiğe bastım. Fakat tüfek ateş almadı. Bir daha bastım gene ateş almadı. Ayı üzerime geliyor, ben geri geri gidiyorum. Derken, bir uçurumun kenarına geldik. Arkamda derin bir uçurum, önümde kocaman bir ayı", demiş avcı, derin bir soluk alarak ve şöyle bir bakmış dinleyenlere.
-"Eee ne yaptın", diye heyecanla sormuş etrafındakiler.
Avcı duraklamış, düşünmüş, kafasını kaşımış ve
-"Ayı beni yedi" demiş.
Ben Amerikadayken-6
Türk öğrenciler arasında kayıtsız, koşulsuz ve Türkiyedeyken göremeyeceğiniz bir yardımlaşma anlayışı vardı. Her hangi bir konuda bilgisi olan, daha önceden tecrübe sahibi olan kişi, ihtiyacı olana sonsuz yardım ediyordu. Hatta bu sürece ailecek katılınıyor, biz öğrenciler aramızda yardımlaşırken, hanımlar ve çocuklar da kendi aralarında biribirlerine destek oluyorlardı. Sen sadece neye ihtiyaç duyduğunu söyle, mutlaka bir yardım bulunuyordu. Bu yardımlaşma süreci, Amerikaya ayak bastığımız günden itibaren başlamıştı.
Chicago havaalanına indik, kıdemli bir öğrenci arkadaşımız bizi karşıladı. Üniversitedeki kayıt işlemleri, öğrenci kimliği çıkartılması, banka hesabı açılması, ev kiralanması, eşyaların alınması, gıda alışverişleri gibi her türlü işlerimizi, Türk öğrenci arkadaşlarımızın cömert yardımlarıyla yapıyorduk.
Daha sonra anladım ki, aslında bu sırası gelenin yaptığı, bir tür gelenekselleşmiş, kendiliğinden gelişen bir dayanışma faaliyetiydi. Nitekim yaklaşık iki ay sonra, aynı yardımları bu defa ben yeni gelen öğrenci arkadaşlara yaparken buldum kendimi.
Artık üniversitenin öğrenci evlerinden birine yerleşmiştik. Bir evde ihtiyaç duyulabilecek eşyaları satınalmıştık.
Yan komşumuz Hintli, üst komşumuz Güney Koreliydi. Kısa süre içinde eve telefon da bağlatmıştık ve artık Türkiyedeki yakınlarımızla görüşmeye başlamıştık.
İlk telefon faturası yaklaşık 150 dolardı, ikincisi 180 dolardı. 200 doları geçen telefon faturası ödediğimi bile hatırlıyorum. İlk anda durumu pek anlayamadık. Aslında mesele şuydu, yabancı bir ülkeye geldiğiniz ilk günlerde, karşılaştığınız fiyatlarla ilgili bir kıyaslama yapamıyorsunuz, ancak belli bir öğrenme süresinden sonra fiyatlar hakkında ucuz, pahalı veya normal değerlendirmesi yapabilir hale geliyorsunuz. İşte Amerikadaki ilk aylarımızda yaşadığımız bu acemilik dolayısıyla, bir süre AT&T nin yüksek kar getiren müşterileri arasında yerimizi aldık.
Chicago havaalanına indik, kıdemli bir öğrenci arkadaşımız bizi karşıladı. Üniversitedeki kayıt işlemleri, öğrenci kimliği çıkartılması, banka hesabı açılması, ev kiralanması, eşyaların alınması, gıda alışverişleri gibi her türlü işlerimizi, Türk öğrenci arkadaşlarımızın cömert yardımlarıyla yapıyorduk.
Daha sonra anladım ki, aslında bu sırası gelenin yaptığı, bir tür gelenekselleşmiş, kendiliğinden gelişen bir dayanışma faaliyetiydi. Nitekim yaklaşık iki ay sonra, aynı yardımları bu defa ben yeni gelen öğrenci arkadaşlara yaparken buldum kendimi.
Artık üniversitenin öğrenci evlerinden birine yerleşmiştik. Bir evde ihtiyaç duyulabilecek eşyaları satınalmıştık.
Yan komşumuz Hintli, üst komşumuz Güney Koreliydi. Kısa süre içinde eve telefon da bağlatmıştık ve artık Türkiyedeki yakınlarımızla görüşmeye başlamıştık.
İlk telefon faturası yaklaşık 150 dolardı, ikincisi 180 dolardı. 200 doları geçen telefon faturası ödediğimi bile hatırlıyorum. İlk anda durumu pek anlayamadık. Aslında mesele şuydu, yabancı bir ülkeye geldiğiniz ilk günlerde, karşılaştığınız fiyatlarla ilgili bir kıyaslama yapamıyorsunuz, ancak belli bir öğrenme süresinden sonra fiyatlar hakkında ucuz, pahalı veya normal değerlendirmesi yapabilir hale geliyorsunuz. İşte Amerikadaki ilk aylarımızda yaşadığımız bu acemilik dolayısıyla, bir süre AT&T nin yüksek kar getiren müşterileri arasında yerimizi aldık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)